23 Ocak 2023 Pazartesi

AYLIK ve ÜCRETLERDEKİ VERGİ YÜKÜ ve DİLİMLERİ…

         

   


   193 sayılı Gelir Vergisi yasasında aylık ve ücretlerin vergilendirilmesi konusu detaylı bir şekilde düzenlenmiştir. Vergilendirmede artan oranlı vergi sistemi esas alınarak 5 kademe belirlenmiş olup, kademe oranları yasayla kademe miktarları ise takvim yılına has yeniden değerleme sistemi de dikkate alınarak hükümetçe belirlenmektedir.
                    
               Gelir Vergisi dilimi oranları ve miktarları ise; 2023 yılı için birinci dilim 70.000 TL ye kadar %15. İkinci dilim 70.000 TL den 150.000 TL ye kadarı %20. Üçüncü dilim 150.000 TL den 550.000 TL ye kadarı %27. Dördüncü dilim 550.000 TL den 1.900.000 TL ye kadarı %35. Beşinci dilim 1.900.000 TL den fazlası %40 tır.

                          Eğer aylık ve ücret harici başkaca irat ve gelir unsurları söz konusu ise; vergi                                       hesabında matraha dâhil edilir…

            Günümüzde sosyoekonomik durumun etkisi ve vergiye konu aylık ve ücretler genel seviyesine bakıldığında, çoğunluk aylık ve ücretlerin asgari ücret düzeyine doğru gerilediği, gelir vergisi dilimi-oranı miktarı yönünden ise beş kademenin 1. ve 2. kademesinde yoğunlaştığı görülmektedir.

Son yıllarda asgari ücret miktarındaki nominal artışın hızı ve gelir vergisinden muaf tutulması, özellikle aylık alan memurların gelir vergisi yönünden muafiyetini daha da artırırken, işçi ücretlerindeki gelir vergisi yükü artmıştır.
 
           Gelir vergisi ve ilişkili diğer yasalarda geçen aylık ücret ve gelir tanımı son derece kritik olup, aylık ve ücretten oluşan gelirlerin vergi matrahını etkileyen unsurları da değişiktir.   

Örneğin;

         Devlet memurları yasası uyarınca; 2023 yılı Ocak ayı itibarıyla aylıklar halinde ele geçen yıllık 198.000 TL net (aylık) geliri olan memurun, yıllık gelir vergisi matrahı 90.900 TL ve ödediği yıllık gelir vergisi 4.200 TL. dir. Bu durumun sebebi ise; ele geçen memur aylığının yarısının vergiden muaf ek ödeme ve tazminatlardan oluşmasının yanı sıra geriye kalanının da asgari ücret kadar kısmının gelir vergisinden muaf olmasıdır. Oysa 12 ayda yıllık 200.000 TL net ücret geliri olan bir işçi ise; yıllık asgari ücret miktarının vergiden muaf olmasına rağmen, yıllıkta kalan kısmına 29.500 TL gelir vergisi ödemektedir…                    

        Özellikle son dönemlerde işçi sendikalarının öne çıkardığı vergi dilimleri ve oranlarının mağduriyet yarattığı iddiası son derece haklı olmakla birlikte, memur sendikalarının konuya dair itirazlarının söylendiği şekliyle gerçekte kayda değer karşılığı pek yoktur. Gelir Vergisi dilimi oranlarının düşürülerek dilimlere karşılık gelen miktarlarının artırılmasının ücretlilere daha çok faydası olacaktır. Fiyatlara gömülü dolaylı vergi yükü ise her iki kesime de eşit olarak yüklenmekte olduğundan, dolaylı vergi yükü yönünden kader ortaklığı söz konusudur. Yansıma özelliği olan ve nihayette tüketicinin yüklendiği, fiyatlara gömülü KDV ÖTV stopaj harç vb. gibi dolaylı vergiler yukarıdaki örnekler üzerinden izah edilecek olursa; açlık kriterlerinin üzerinde, yoksulluk kriterlerinin altındaki aylık ve ücret gelirlerinin yıllık ortalama %5’ i de aylık ve ücret gelirine sahip tüketiciler tarafından dolaylı vergi olarak harcanmaktadır. Her iki kesim açısından da dolaylı vergi yükünde tam bir eşitlik söz konusudur. Aylık geliri olan memur ile ücret geliri olan işçi, yıllık ortalama 10’ar bin lira da dolaylı vergi ödemektedir…       

            Mevcut koşullarda düşük aylık ve ücret geliri ile yaşamını sürdüren kesimler açısından asıl sorun; gelir eksikliğidir. Genel bütçeden kamu personeline ayrılan pay miktarı ve ücretler genel seviyesinin düşük olmasına itiraz, hak temelli genel ortak ve sürekli bir tutum olmalıdır.  

Demokratik sosyal hukuk devletinde ekonomi ve vergi sisteminin bam teli, etkili verimli ve adaletli olmasıdır. Artan oranlı vergi sisteminin ekonomik koşullara göre etkili bir şekilde uygulanması, başta gelir-servet eşitsizliği olmak üzere haksız zenginleşme, aşırı zenginleşme, kayıt dışı ekonomi vb. tüm ekonomik sorun ve eşitsizliklerin adaletli bir vergi sistemi ve işleyişi ile giderilmesi esas olmalıdır. Ezcümle sosyal devletin bütçesi sosyal ve büyük olmalıdır.

                      2023 Ocak                                                                                   HALİM ÖZPINAR


 
*** Hesaplamalarda detay ve küsuratlar dikkate alınmamıştır.

22 Ekim 2020 Perşembe

KAMU GÖREVLİLERİNİN İNSANCA BİR YAŞAM YOLCULUĞU...


     80’li yıllar boyunca uygulanan ekonomik sosyal politikalar; toplumun tamamında köklü değişimlere yol açmış olup, özellikle emeği ile geçinen işçiler, memurlar, küçük ve orta esnaf,  tarımdan geçimini sağlayanlar ve tarımda çalışanların açlık sınırı düzeyinde bir yaşam sürmelerine sebep olmuştur…

    90’lı yıllarla birlikte işçi kesiminde başlayan insanca bir yaşam talepli hareketlilik, kısa zamanda kamu görevlilerini de etkilemiş, açlığa ve kapıkulu zihniyetine itiraz eksenli emek hareketi serpilip gelişmiştir. Toplumun tüm kesimlerini etkileyen söz konusu hareketlilik kısa zamanda siyasal iktidarın da değişmesine katkıda bulunmuştur…

    Kamu görevlilerinin uluslararası sözleşmelere dayanarak, sendikal örgütlenme özgürlüklerini kullanma çabaları, 90 lı yılların ortalarında belirli bir aşamaya gelmiş, toplu sözleşmesiz grevsiz de olsa, yapılan anayasa değişikliği ile sendikal örgütlenme özgürlüğü anayasal zemine oturmuştur... 2001 yılında yapılan yasal düzenlemeler ile zaten fiilen kurulu ve faaliyetlerine devam eden sendikalar ve konfederasyonları olarak, işveren hükümetle toplugörüşme adıyla istişari de olsa yasal zeminde temas kurulmaya başlanılmıştır. 2012 yılına kadar devam eden danışma kurulu-toplu görüşme sisteminde; sisteme ve işveren hükümetlere uyum çabalarını olgunlaştıran sendika ve konfederasyon yönetimleri hep var olmuştur… Söz konusu duruma rağmen bazı sendika ve konfederasyonlarca da sürekli haklar ve özgürlüklerin teminatı olan toplu sözleşmeli grevli bir sendikal düzen talep edilmiştir. Bu doğrultuda fiilen yapılan grevlere rağmen; özellikle kamu görevlilerinin özlük ve mali haklarına ilişkin görüşmelerde daima son sözü işveren hükümet söylemiş ve meclis yoluyla da yasallaştırılmasının önüne geçilememiştir...

    Geçilen tüm dönemlerde; her ne kadar belgeye dayanan yasal imzalı toplu sözleşmeler olmasa da, fiili meşru ve yasal zeminde özellikle temel hak ve özgürlükleri ihlal eden işveren hükümet ve temsilcilerinin keyfi davranışları ve işlemleri fiilen ve mahkeme kararları ile sınırlandırılmış,  kamuda çalışma yaşamında büyük ölçüde zihniyet değişiminin sağlanmasının yanı sıra hukuk alanında önemli kazanımlar da sağlanmıştır. Çalışma yaşamında örgütlenme ve ifade özgürlüğü, çalışanların temsil edilmesi, ayrımcılık, idari işlemde eşitlik, ölçülülük, idari takdir, yasal hakkın uygulanmasını talep etme, kamu görevlilerine kısmi siyaset yapma hakkı, adli ve idari soruşturmalarda savunmanın güçlenmesi, kısmi de olsa bazı sosyal hakların gelişmesi gibi haklara ilişkin konulardaki ilerlemelere fiilen yapılan “toplusözleşmeler” denebilir…

    2012 yılında yapılan yeni bir anayasal-yasal düzenleme ile mevcut sendikalar ve konfederasyonlar ve işveren hükümet arasında danışma kurullu-hakemli-grevsiz toplu sözleşme düzeni getirilmiş olup, bu kez de son sözü hakem heyetinin söylediği bir yasal dönem başlamıştır. Günümüze kadar yapılan ikişer yıllık beş toplusözleşmenin tamamına, mevcut yasaya göre “ehlileşip olgunlaşıp yetkinleşen” işveren hükümet yanlısı sendikalar göstermelik te olsa şerh koymanın ötesinde anlamlı hiçbir itiraz geliştirmemişlerdir. Kamu görevlilerinin üretimden gelen gücünü yasal fiili meşru değişik yöntemlerle devreye koymamışlardır. Sürece itirazı olan diğer bağımsız sendikalar ve konfederasyon ise özgün durumlarından da kaynaklı sebeplerle sonuca etkili olamamıştır. Nihayet itiraz yolu kapalı yasal zorunluluk nedeniyle toplu sözleşmeleri hakem heyetleri bağıtlamıştır. Özellikle son 10 yıldır işveren hükümet ile siyasal söylem ve görüşlerinin yakınlığı hatta açıktan destekleri olan üye çoğunluğuna sahip sendika ve konfederasyonların toplusözleşme dönemlerindeki tutumları ile zaten çok bir işlevi olmayan grevsiz hakemli toplusözleşme uygulamasının daha da anlamsızlaşıp ortadan kalkmasına neden olmuşlardır.

    Şöyle ki; şimdiye kadar uygulanan toplu sözleşmeler ile kamu görevlilerinin yasal olarak görevde yükselme, kariyer, emeklilik, izin, sosyal haklar vb. özlük haklarında ciddi somut yeni olumlu gelişmeler sağlanmadığı gibi, işveren hükümetçe planlanan yeni işe alımlarda mülakatlı sınav ihtiyaçları bile işveren hükümetin isteği ile kayıtsız şartsız itirazsız toplusözleşme metinlerine dahi konu olup yaşam bulabilmiştir. Mali haklara ilişkin ise; aşağıdaki tabloda da görüleceği üzere, tüm uygulanan toplu sözleşmeler ile hedeflenen resmi enflasyon oranında yüzdelik artışlar yapılarak, dönem sonunda da yine kesinleşen resmi enflasyon farkı adı altında sembolik artışlar yapılmıştır. Böylece de kamu görevlileri büyümeden refah payından azade, sadece işveren hükümetçe gerçekleştiği ilan edilen kapsam alanı hesap yöntemi ve sepeti hayli tartışmalı resmi enflasyon oranının bir kez de toplusözleşmeler ile tasdiklendiği yeni bir mekanizma kurulmuştur. 


    Mevcut kamu görevlileri sendikaları ve toplusözleşme sistemi ile tabiri caizse, sahnedeki oyunun “kahramanlarından” kamu görevlilerine bir anlamda “temsilcileri vasıtası” ile kendi ipleri kendi elleri ile çektirilmektedir. Hal böyle olunca gerçek bir sendika, toplu pazarlık, toplusözleşme ve ihtiyaç halinde grev hakkının yasal güvence de olduğu bir sistemden bahsedilemez…

      Kamu görevlileri sendikal hareketinin yasallaşıp zaman içerisinde “ehlileşmesiyle”, üye çoğunluğunu sağlayan sendika ve konfederasyonların, mevcut sistemin rutin bir tamamlayanı haline gelmesi ve her dönem işveren hükümetle aynı duyguları paylaşır hale gelmesi, söz konusu alanda tarihsel bir dönemin de sonuna gelindiğinin göstergesidir

            Kaynak: Çalışma Bakanlığı verileri.

Aklı bilimi eşitliği özgürlüğü rehber ve hedef edinmiş, emek egemen ekonomik sosyal siyasal bir toplumsal yaşamın ve kamucu sosyal hukuk devletinin gerçekleştiği koşullar her yurttaşın özlemi olsa gerekir. Böylesi bir ihtiyaç dâhilinde emekçilerin ve üyelerinin çıkarlarını hedefleyen bir duruşla bağımsız bileşen olabilecek, talepleri faaliyetleri ve karar alma süreçlerinin ifadesi olan devletten işveren hükümetten siyasi partilerden ve diğer güç merkezlerinden bağımsız, sürdürülebilir bir sendika siyaset ve siyasal iktidar ilişkisi kurabilen sendikal hareket etkili olacaktır.

    Dini mezhebi etnik ve bölgesel ikincil kimlikleri eşit yurttaş ve emekçi kimliği potasında eriterek,” zamanın ve şartların emekçi kimliği” ni başat kabul eden, talep tutum ve mücadelesinde de eşitlikçi özgürlükçü demokratik fiili meşru ve yasal bir hat izleyip bunu kanıtlayabilen bir sendikal hareket dikkat çekecektir. Daima kalkınmayı esas alan, büyümeden ve refahtan pay alıp insanca bir yaşam yolculuğunda gelişip ilerlemeyi hedefleyen,  işkolu yâda hizmet alanında bağımsız örgütlü meşru gücüne güvenerek refleks gösterip hak temelli mücadeleyi esas alan, asgari müştereklerde konfedere hareket esnekliğine sahip gerçekten işkolu esasına dayanan yeni bir kamu görevlileri sendikal hareketine ihtiyaç vardır.

###(Not: Konunun başkaca boyutları hakkındaki düşüncelerimi ise aşağıdaki yazıda dile getirmiştim.)

https://halimozpinar.blogspot.com/2020/03/kamu-emekcileri-sendikal- hareketi.html 

11 Haziran 2020 Perşembe

SOSYAL BÜTÇE…




          Klasik genel bütçenin tanımını yapacak olursak; devletin bir takvim yılı içerisinde gider ve gelir tahminlerini gösteren, yürütme organınca hazırlanıp meclisce de son şekli verilerek resmileştirilen bir cetveldir. Uygulanmasına ilişkin denetim ise meclis adına Sayıştay’ca yapılır.

         Genel bütçenin hazırlanmasında ilk önce harcama kalemlerine ilişkin ödenekler belirlenir. İkinci aşamada ise; harcamaları karşılayacak tahmini gelirler belirlenir. Genel bütçe gelirlerinin yaklaşık %85 ini ise toplanan vergiler oluşturur. Geriye kalan ise diğer kamu gelirleridir. 

Genel bütçenin hazırlanmasına ve özüne ilişkin; anayasal hükümler yol göstericidir. 

Devletin kurucu ilkelerinden olan anayasanın 2. maddesindeki sosyal hukuk devleti ilkesi, 10.maddesindeki eşitlik kuralı, 73. maddesindeki "Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır" hükümleri, bütçenin gelir gider cetvelinden öte adaletli ve sosyal olma zorunluluğunu da getirmektedir. 

Sosyal kelimesi insanların birlikte yaşamaları anlamına geldiği kadar, günümüzde toplumun refahı, barışı, adaleti ve huzuru ile özdeşleşen bir kavramdır. 

Gelişmiş toplumlarda ve ekonomilerde; sosyal devlet kavramı aynı zamanda refah devleti olarak ta tanımlanmaktadır. Refah devletinde bütçenin sosyalliği kavramı; bütçedeki eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve sosyal yardım gibi sosyal refaha yönelik harcamalarının; eşitlik, gelir dağılımı, yoksulluk, istihdam ve sosyal içerme kriterlerinin gözetilerek düzenlenmesini böylece toplumdaki dezavantajlı kesimlerinde(yaşlılar, çocuklar, engelliler…) bu düzenlemeden pozitif yönde etkilenmesini amaçlayan bütçelemedir. “1”

Sosyal bütçe, devletlerin ekonomiye müdahale araçlarından maliye politikasının sosyal yönünü oluşturmakta olup bireylerin sosyal, ekonomik, fizyolojik ve psikolojik yönden yaşam kalitelerini yükseltmeyi ve belli standartları korumaya yardımcı olan böylelikle sosyal barış, sosyal adalet ve sosyal gelişmeye katkı sağlayan bütçedir. Ekonomi politikası araçlarından maliye politikasının bütçe ayağını özellikle gelir dağılımda adaletle paralel hedefler doğrultusunda oluşturmaktadır. Sosyal bütçe kamu maliyesi ve politikası açısından önemlidir. Çünkü gelir düzeyi düşük grupların ekonomide sosyal adaleti sağlamak için kullanılan önemli bir araçtır. 

Özellikle ekonomik krizlerde sosyo ekonomik dengeleyici özelliği bulunmaktadır. Sosyal bütçe, temelde sosyal politika ve ülkelerin finansal gelir ve harcamalarının yani mali yapısının gelir dağılımının adaletli planlaması amacına hizmet eder. “1”

 Sosyal refaha yönelik politikaların temelini oluşturan ve son yıllarda özellikle sosyal politika alanında önem kazanan ve içinde toplumsal refahı da barındıran “yaşam kalitesi”ni de doğrudan olumlu yönde etkiler. Sosyal bütçe de, temel gereksinimlerden olan herkesin asgari düzeyde uygun bir yaşam için beklenilen haklara sahip olması anlamında beslenme, içecek, barınma, temel sağlık bakımı, güvenlik ve eğitime erişmesi gerektiği üzerine kuruludur. Genellikle kalkınma çalışmaları ve yaşam kalitesi bağlamında en azından asgari düzeyde uygun bir yaşam için temel gereksinmelerin karşılanması yaşamsal bir zorunluluk olarak değerlendirilir. 

Sosyal bütçe, İnsani Gelişme Endeksi hesaplamaları ile de yakından ilişkilidir. Yönteminde refah endeksi, eğitim endeksi ve sağlık endeksi kullanılmaktadır. Burada temel alınan üç ana kıstas tüm ülkeler tarafından sağlıklı verinin toplanabileceği kıstaslardır. Refah standardı tatminkâr bir yaşam sürmeyi sağlayacak kaynaklara ulaşmaya, sağlık standardı uzun ve sağlıklı bir yaşama, eğitim standardı ise bilgi edinmeye karşılık gelmektedir. Bu yaklaşımda özellikle sağlık standardı diğer iki standardı da içinde barındırmaktadır. Çünkü sağlıklı birey eğitim görürken refah elde edebilir. Sosyal bütçe fiziksel ve ruhsal iyilik halini
yansıttığında, insana sağlık ve mutluluk getirir. “1” 
Sosyo-ekonomik güvence, sosyal içerme, sosyal kaynaşma ve sosyal güçlendirmeyi içinde barındıran bu yaklaşım, beşeri sermaye ile güçlenmektedir. Toplumların yaşam kalitesindeki artış sosyal kaliteyi de beraberinde getirecektir.

Sosyal bütçenin bileşenleri, sosyal refah, gelir, sağlık, beşeri sermaye, sosyal kalite, sürdürülebilir çevre, istihdam, özgürlük, toplumsal güvence ve güvenliktir. “1” 

Sosyal bütçe, sosyal devletin önemli bir aracı olup genel bütçenin çağdaş fonksiyonlarıyla yakın ilişkiler içinde olmakla birlikte gelir dağılımında adaleti sağlama amacına yönelmesi daha ön plana çıkmaktadır. Bütçe hukuki anlamda bir kanun olmakla birlikte sosyal bütçe de hazırlanış olarak bütçenin eki olarak bir yasa haline gelmelidir.

Günümüzde; genel bütçenin sosyal yönüne vurgu yapmak, hatta üzerinden siyaset yapıp öğünmek bir alışkanlık olsa da, genel bütçeye ilişkin sosyal politikalar son tahlilde genel ekonomide hâkim olan piyasacı anlayışın “kuralları ve insafıyla” orantılı gerçekleşmektedir. 

Oysa sosyal gelişmişlik-kalkınma düzeyini artırmak için; piyasacı anlayıştan azade sosyal bütçe kavramını genel bütçe yasasıyla kurumlaştırmak, sosyal devletin var olan kurumlarının etkinleştirilerek, yenilerinin kurularak, ilgili toplum kuruluşlarının da dâhil olduğu bir mekanizmayla yönetmek denetlemek mümkündür. Hele hele günümüz şartlarında mümkünden öte bir zorunluluktur. 

Dolayısıyla; halen kâğıt üzerinde de olsa var olan ve anayasa da yer alan (madde:166) Ekonomik Sosyal Konsey, yapılacak sosyal bütçe ekseninde yeniden örgütlenip işlevlendirilmeli, resmi bir kurum olmaktan öte toplumsallaştırılmalıdır.


1YÖNETİM VE EKONOMİ Yıl:2014 Cilt:21 Sayı:2 G. Özcan / Sosyal Bütçe Teorik Yapısı ve Türkiye’de Anayasal Temelleri)




5 Haziran 2020 Cuma

MEMURUN VERGİ YÜKÜ...!

          

   Tutturulmuş gidiyor... "Memur vergi dilimi adaletsizliği nedeniyle gelir kaybına uğruyor…" Aslında öyle bir şey yok! Verginin teorisi, tanımı ve elde ediliş gereği; “hazineden geçinmeli” kesim olan memur,  kabaca GSYH dan vergi adıyla sağlanan gelirlerden ve diğer kamu gelirlerinden pay alır. Hani memura kızan vatandaş “MAAŞINI BEN VERİYORUM” der ya. Belki de kim bilir o memurun maaşının 1-2 lirası da kızgın vatandaşın ödediği vergiden geliyordur. Ama konuşmasına değmez… Zaten konuşturulmaz da…

   Devlet hazinesi, her ne kadar memurun aylık (ücret değil!) bordrosundan gelir vergisi hesaplayıp tahsil etmiş görünse de, gerçekte olan ise; tabiri caizse pantolon cebindeki paranın gömlek cebine aktarılmasıdır… Memurun tanımı ve mali hakları gereği, memur ücret değil aylık alır.

   Bir de memur bordrosundaki matrahın binde 8 i kadar damga vergisi hesaplanır ki sormayın gitsin. Damga vergisinin özlü tanımı gereği; konu belgeyi resmileştirip değerli kılmaktır. Oysa devlet işveren sıfatıyla düzenlemekle yükümlü olduğu bordro denilen belgeyi bir kez de kendi kendine resmileştiremez. Anlamı da yoktur. Zaten resmi olan kendisidir. Devlet resmi olmayan belge düzenleyebilir mi yâda düzenlediği kabul edilen belgenin değerlenmesine ihtiyaç var mı? Üstelik günümüzde gerçek vergi mükelleflerinin beyanları üzerinden hesaplanan damga vergisinden vazgeçilmesi gündemde olduğu halde... Örneğin vergi mükellefi vatandaş tarafından mahkemeye sunulan belge örneğinin resmileşmesi için hâkim o belge örneği hakkında suret harcı ödenip ödenmediğine bakar. Mahkeme aynı dosyayla ilgili resmi bir kurumdan belge örneği istediğinde ise; aslı gibidir şerhi olup olmadığına bakar…

   Aynı zamanda Asgari Geçim İndirimi(AGİ-eski adıyla vergi iadesi) diye bir konu var ki; o da vergi istisnasının adıdır. Yani “MEMUR’DA VERGİ İSTİSNASINDAN YARARLANIR”… AGİ, bordroda gelir vergisi matrahını oluşturan kalemler ( taban aylık + gösterge aylığı + ek gösterge aylığı…) toplamından gelir vergisi hesaplandığında, takvim yılının ortalama 8 ayında ödenecek gelir vergisini mahsup eden bir fonksiyona sahiptir. Dolayısıyla takvim yılının 8 ayında gelir vergisi hesaplansa da vergiden istisna edilmiş olur. Son dört ayında da, vergi matrahının artması ve toplusözleşmeyle yılın ikinci diliminde aylığa yapılan zam; gelir vergisi dilimi artışı nedeniyle AG’nin mahsubundan geriye kalan miktar, yani gelir vergisi olarak geri alınmış olur. Memurlarda bu duruma kısaca “VERGİ NEDENİYLE MAAŞ DÜŞÜYOR” der. Toplamda da takvim yılı içerisinde ele geçen net gelire oranla, vergi denilen şey kayda değer bir miktar olmaz.

   Yukarıda da anlatıldığı üzere; zaten gerçekte gelir vergisi ödemeyen memur, kaydi işlemlerle de olsa ele geçen net gelirine oranla, takvim yılı içerisinde doğrudan ödediği söylenen gelir vergisinin miktarı da günümüz şartlarında 600 ila 800 TL gibi sembolik bir miktardır. Ona da gelir azalması yerine vergi denirse tabi…

   Yoksulluk sınırının altında aylık net geliri olan bir memur, gelirinin tamamını harcama yoluyla tüketir. Haliyle harcama yaptığı tüketim kalemlerinin içerisine gömülü (narkozlu vergi) KDV ÖTV ve diğer dolaylı vergileri tüketici kimliği ile yüklenmiş olur. Harcanan gelirin de tamamının vergiden oluştuğu hatırlanacak olursa, vergiden oluşan gelirle fiyatı vergi yüküyle artmış olan mal yâda hizmeti satın almış olur. Toplamda ise; tamamı tüketilmek üzere alınmış olan mal yâda hizmetin miktarı azalmış olur. Bu duruma  da memurlar, “DOLAYLI VERGİLER ALTINDA EZİLİYORUZ” der… Yoksulluk sınırının altındaki memur aylığının tamamının temel ihtiyaçlara (gıda giyim eğitim KDV%1, ulaşım%8,enerji iletişim KDV%18) harcandığını kabul ettiğimizde ise; yine toplamda yıllık net gelire oranla düşük miktarlı 2000 ila 3000 TL dolaylı vergi ödenmiş olur.

   Sonuç olarak zaten gerçekte vergi yükümlüsü olmayan memurun temel sorunu; "GELİRİNİ TEMİN ETTİĞİ GERÇEK VERGİLERDEN OLUŞAN KAMU BÜTÇESİNİN, KÜÇÜK OLMASI ve BÜTÇE HARCAMA KALEMLERİNDEKİ MİKTAR DAĞILIMLARINDAKİ SİYASİ TERCİHLER NEDENİYLE GELİRİNİN AZ OLMASIDIR" Varsayalım ki memur vergi mükellefi. Gelirine oranla “vergi yükünden kaynaklı” sorunu, toplumun diğer gerçek vergi yükü üstlenen kesimlerinin yanında kayda değer değildir. Aksine avantajları vardır. 


(NOT: Örnek Hesaplama Detayları yazıya dâhil edilmemiştir.)           

22 Nisan 2020 Çarşamba

ÜRETİMDE “İNSANSIZLAŞMA ve MEKÂNSIZLAŞMA” ÜZERİNE…




İnsanın eğleştiği yerle uğraştığı yeri birleştiren tarım toplumu düzenini, sanayi toplumu düzeni alt üst etmiş, eğleşilen yeri barınağa dönüştürmüş, uğraşılan yeri de metalaştırmıştır.

Endüstri sonrası bilgi toplumu düzeni ise; barınakla işliğin “tamamen bağımsızlaşmasını” kutsamış, kurumsallaştırmış ve piyasa düzeninin birer verimli mekanizmaları haline getirmiştir.

Örneğin günümüzde yüksek ışıltılı akıllı plazalar, devasa fabrikalar, üretim yerleri insanı yadsıyan birer gösteriş sembolü haline getirilirken, barınağın ulaşım aracının gıdanın toprağın yatırım aracı olduğu fikri de birer kutsala dönüştürülmüş, tabiatın insana sunduğu zenginlikler güzellikler yağmalanmış tarumar edilmiş, tüm bunlar neredeyse insan ömrünün çileli bedeli haline getirilmiştir…

Mal yâda hizmetin, tasarımından tüketimine kadar olan süreçlerinde ise;  insanın yerini yüksek teknolojik makinalar, robotlar ve yapay zekâlar alarak üretim adeta “insansızlaştırılmış”,  yoğun iletişim gerektiren proje planlama dağıtım pazarlama ve finans aşamaları ise otomasyon ağ bağlantıları ve dijital ilerlemelerden fazlası ile nasiplenilerek adeta “kendi evreninden koparılarak mekânsızlaştırılmış” olup, günümüzde daha da görünür ve yaşanır hale getirilmiştir…

Aynı zamanda karmaşık teknoloji yoğunluklu üretim süreçlerinin başat hale gelmesi,  az ölçekte nitelikli emek gücünün çoğul vasat emek gücüne oranla fonksiyonel olmasına yol açmıştır.

Peki, “insansız ve mekânsız” üretim neden icat oldu… ? Sonsuza dek sürdürülebilir olacak mı? Kendi ayağına da sıkıyor olmasın… Özel mülkiyetçilik görünmez bir sihre mi dönüşüyor…?

Gezegenimize ait sayıları 7 milyarı aşkın, insan türünün devamına ve mutluluğuna hizmet eden bir ilerleme midir…?

Kurulan düzen tüm insanlığa eşitliği özgürlüğü kardeşliği, adil bölüşmeyi getirmekte midir…?

“İnsansız ve mekânsız” üretim süreçlerinin çıktılarına sahip olmak,  egoları hazları hırsları ihtirasları sahiplenme ve hükmetme istekleri kırbaçlanmış, vicdan ve adalet duyguları törpülenmiş, teknolojik ve bilimsel ilerlemeyi insan ve ait olduğu toplum aleyhine kullanan,  hiçte insani olmayan insan aklının eseridir. Özel mülkiyetçiliğin biriktirmenin “sihre” dönüşmüş halidir.  

Oysa tabiatta doğal olan veya üretilen her şey de tüm insanların hakkı vardır. İçecek temiz bir bardak suya, doyacak kadar sağlıklı gıdaya, solunacak temiz havaya çevreye, sağlıklı bir barınağa, sosyalleşmeye, kendini gerçekleştirmeye, sevmeye, sevilmeye, anadan üryan bu dünyaya gelen ve tabiatın doğal bir parçası olan her insan ve ait olduğu toplum tüm bunlara layıktır.

Büyük güç tabiat ana kendisinden bir parça ve kendisiyle barışık olan hür ve eşit doğan her insana, eşit ve adil davranır. Doğurduğu tabi afetler ile de söz konusu gerçekliği her daim hatırlatır.

Tabiatın kanunudur. Özdeki gerçekliğin üstünü, biçimdeki değişiklik hiçbir zaman örtemeyecek.
   
      


24 Mart 2020 Salı

SALGIN HASTALIĞIN REÇETESİ; TOPLUMSAL EŞİTLİK BİRLİK DAYANIŞMA VE MÜCADELEDİR…



Salgın hastalığın kol gezdiği, hangi aşamada olduğuna dair tam bir bilginin henüz olmadığı günlerden geçmekteyiz. Böylesi geçilen zor zamanlarda kamu yönetimi de halkın yani kamunun sağlığını korumak üzere, üzerine düşen görev ve sorumluluklarını yerine getirmeye çaba göstermekte, isabetli kararlar ve önlemler de almaktadır. İşsizliğe açlığa ve yoksulluğa karşı yeterli önlemlerin alınması ise en acil beklentidir. Hükümetin görev ve sorumluluğudur…       

Salgın hastalığa karşı mücadele de gelinen aşama; siyasal iktidarı ve her türlü siyasal sosyal kültürel farklılıkları aşıp, toplumsal bir mücadeleye dönüşmüş durumdadır.

Salgın hastalığa karşı toplumun tüm bireylerinin, sivil toplum örgütlerinin, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının, siyasi partilerin, siyasal iktidarın ve kamu yönetimin öznesi olduğu bir seferberliğe katılımcı olunması, başarıyı mutlaka getirecektir.

Kamu hizmetlerinin sınırlandırılması ve ertelenmesine yönelik merkezi idarenin kararları ve tutumları, halkın gösterdiği olumlu ilgisi, basın ve medyanın bu alanda başarısı söz konusudur.
Mutlak bir başarıya hizmet etmesi maksadı ile asayiş, sağlık, itfaiye gibi en temel zorunlu hizmetler hariç, tüm kamu hizmetleri geçici olarak tümden sonlandırılmalıdır da. İnsanlar çok çok zorunlu kalmadığı sürece sokağa çıkmamalıdır.

Zaten normal zamanlardaki kamu hizmeti kapasitesi, bu günlerde  % 15-20 lere kadar inmiştir…  

Beş milyona yakın personeli ile kamu hizmetleri veren kurum ve kuruluşların, hizmet ölçeğine ve çalışan istihdamı şekline yönelik yayınlanan 2 genelge de belirtilen hususlar hakkında ise, taşra teşkilatlarınca hızla yorumlanıp uygulamaya geçirilmesinde aksaklıklar yaşanmaktadır. Özellikle genelge ile yetkilendirilen üst yöneticilerin, zaman geçirmeden şekli belirlenmiş yetki devri yapmaması, bir kez de kendi üstlerinden talimat beklentisi, normal zamanlarda bile yasayla yüklenmiş olağan görev ve sorumluluklarının bir kısmının bile yerine getirilmemesi söz konusudur.

Bahsi geçen genelgeler de; yapılacak uygulamalarda yöneticilerin istisna tutulması, tıkanmanın yâda yavaş işleyişin en önemli sebebidir. Oysa yaşam yâda sağlık tehdidi ile herkes ama herkes karşı karşıyadır. Burada mutlak bir eşitlik prensibi esas olmalıdır. Kamu hizmetlerinin %10 lara indiği koşullarda, yönetici sayısının da indirilmesi esas olmalıdır.

Bu zor günlerde, zamanında alınması gereken kararları almayan ve uygulama yapmayan tüm yöneticiler, gelecekte çekecekleri vicdan azabı ve yasal yaptırımlarla yüzleşeceklerini unutmamalıdırlar.   
   
         


15 Mart 2020 Pazar

KAMU EMEKÇİLERİ SENDİKAL HAREKETİ TARİHSEL BİR EŞİKTEDİR...



Günümüzde yaşanan ekonomik sosyal sorunlar, eşitsiz adaletsiz anti demokratik uygulamalar, üstüne üstlük son dönemlerde yaşanan ülkemizin açık bir savaşa sürüklenme hali yaşamımızı daha da zorlaştırma potansiyeli taşımaktadır. Mevcut olumsuz koşullardan elbette bir çıkış yolu vardır. Bu da ayrışmayı kutuplaşmayı artırmak yerine gerçeklik zemininde toplumsal barışı ve dayanışmayı artırmakla, temel meselelerde bir araya gelişlerin asgari düzeyinin artırılarak bir arada yaşamı sağlama yolunda çaba göstermekle mümkün olacaktır.

Hayat pahalılığı gerçek enflasyon yoksulluk işsizlik ulaşım barınma sağlıklı beslenme çevre iklim sağlık ve sosyal güvenlik alanında yaşanan sorunlar, gelir servet ve vergi adaletsizliği emekçilerin kaderi değildir. Siyasal iktidar icraatlarının birer sonucudur. İşte bu nedenle; Her emekçinin emek ve demokrasi alanında, güvenli bir gelecek ve insanca bir yaşam mücadelesine katılarak söz ve karar hakkını kullanma zorunluluğu, tarihte olmadığı kadar günümüzde elzem bir ihtiyaç haline gelmiştir. 

Mevcut koşullarda gerçek anlamda emekçilerin hak ve çıkarlarını koruyup geliştirme iddiasıyla var olan parti sendika oda dernek vakıf vb. kuruluşların etki alanı ve gücü de son derece sınırlıdır. Yani söz konusu alanda da her şey yolunda gitmemektedir. Milyonlarca emekçinin olduğu ülkemizde sendikalı emekçi sayısı % 10 ları geçmemektedir. Devlet sendikacılığının sembolü TÜRK-İŞ iflas etmiş, bindirilmiş HAK-İŞ hükümetin yancısı haline gelmiş, DİSK’ in ise hareket alanı daraltılmış vaziyettedir.

Kamuda ise; yenilenmenin yanı sıra liyakat ehliyet ve temsiliyet yetersizliği her boyutta yaşanmaktadır. Bu durum sendikal yaşama da yansımaktadır. Hükümet garantili ve açıktan destekçisi, üyesi en çok, şekil ve biçimden ibaret sendikalar zahiri görüntü yaratmakta, iki yılda bir yapılan toplusözleşme isimli komedi tiyatrosunda yalancı pehlivan rolünü oynamaktadırlar. Yaşanan böylesi bir durum, sendikayı sendika olmaktan, işveren hükümeti de işveren olmaktan çıkarmıştır. KESK’te ise; bastırılmanın yanı sıra sendika siyaset ilişkisine dair hatalı yaklaşımlar yöntemler ve tercihler en esaslı sorundur. Özellikle emekçi kimliğinin yerine tercihen ikincil kimliklerin görünür olması nedeniyle etki alanı ve gücü sınırlanmaktadır. Milyonlarca gencin oluşturduğu KPSS kuyruklarına, emeğine mesleğine ihtiyaç olunduğu halde işe alınmayan öğretmen ve diğer memur adaylarına, neredeyse açlık sınırında yaşayan memur emeklilerine, son tahlilde katsayı sistemine tabi olan asgari ücret düzenine, adaletsiz gelir servet dağılımına ve vergi sistemine-dilimlerine ilişkin aşağıdan yukarıya isabetli etkili sendikal politikalar ve mücadele pratiği oluşturulamaması da işin tuzu biberi olmaktadır. Örgütlenme alanında ise; İş kolu sendikacılığını ve yatay örgütlenme gereklerini terk ederek, merkezi ve dikey bir örgütlenmeye dönüşme hali, yabancılaşmanın yanı sıra yozlaşma tehlikesini getirmektedir.  
KESK’ in bastırılması ve iç hayatında yaşananlar, haliyle bağlı sendikalara ve şubelerinde de yaşanmaktadır. Örneğin 2014 yılında 21000 üyesi olan bir sendikanın bugün 6500 üyesi kalmıştır. O tarihte 1400 üyesi olan şubesinin bugün 400 üyesi kalmıştır. 250 delege ile toplanması gereken şube kongresinin zorlamayla 177 delege ile toplantıya çağrılması ve katılan 80 delege ile kongre mümkün olabilmiştir. Tüm bu yaşananlardan gerekli dersler çıkarılmıyor olacak ki;  KESK’e bağlı sendikaların tüm şube yönetim organlarına isabetli yeterli sayıda üye bulunamamasını dert etmekten öte, bir anlamda teferruat olan şube yönetim organlarındaki görev dağılımı ve paylaşımı üzerinden yapay rekabetler yaratılarak durum kurtarılmaya çalışılmaktadır. Geçmiş dönemlerde şeffaf demokratik sendikal birlik içerisinde değişik örgütlenme ve mücadele programları üretip, üretilen programları icra etme iddiasıyla yönetim organlarına aday olma ve seçilme yarışları artık sonlanmıştır. 
     
Kısaca söylenecek olursa; emek hareketi ve toplumsal muhalefetin yaşadığı dağınık ve etkisiz hali içerisinde, kamu emekçileri sendikal hareketinin de tarihsel bir döneminin daha sonuna gelinmiştir.

Mevcut tabloda KESK ve bağlı sendikaların büyük kongreleri, tarihi son bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. İçinde bulunulan durum; yeniden kuruluş iradesi ve anlayışı ile seçme seçilme ve temsil ilişkisinden bağımsız, gerçekliğe uygun halde enine boyuna konuşulmasını tartışılmasını, alınacak kararları yerine getirebilecek yürütmelerinin oluşturulmasını zorunlu hale getirmiştir.